Ticari Hayvancılık Penceresinden,Çin ve Türkiye


 tk

 

 

Prof.Dr. Tülin AKSOY

Akdeniz Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Zootekni Bölümü, Kampus, ANTALYA

tulinaks@kdeniz.edu.tr

 

 

Giriş

 

Giderek zenginleşen, dolayısıyla hayvansal gıda talebi artan ülkemizde, hayvancılık sektörü hızla gelişmektedir. Toplumun beslenmesi tüm ülkeler için önemlidir, ancak dünya nüfusunun 1/5’ine sahip Çin için konu daha da önemli olsa gerek. Çalışma alanım olan “ticari tavuk yetiştiriciliği ve ıslahı” konusundaki bilimsel dergilerin Çinli meslektaşlarımca işgal edilmiş olmasını bu doğrultuda değerlendiriyorum. Hayvancılık alanında Çin’de yaşanan gelişmeleri daha yakından ve yerinde görmek için 15-20 Ekim 2013’de Pekin’de düzenlenen 11. Dünya Hayvansal Üretim Kongresi’ne (WCAP2013) katıldım.  Çin’e ait bulgu ve saptamalarım üzerinden, dünyadaki ve özellikle ülkemizdeki duruma bakmaya çalışacağım.

 

FAO verilerine göre 1961 yılında 71 milyon ton olan dünya toplam et üretimi (su ürünleri hariç), 1980 ve 2011 yıllarında 137 ve 300 milyon ton’a ulaşmıştır. Aynı yıllarda süt üretimi 344, 465 ve 739 milyon ton; yumurta üretimi ise 15, 27 ve 71 milyon ton olmuştur. 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyar’a, hayvansal üretimin ise iki katına ulaşacağı öngörülmektedir. Bu nedenle hayvansal gıdaların üretiminin sürdürülebilir şekilde arttırılması büyük önem taşımaktadır.

 

Dünyada üretilen etin % 37’si domuzdan, % 34’ü tavuk başta olmak üzere kanatlı hayvanlardan, % 21’i sığırdan, % 5’i ise koyun-keçiden karşılanmaktadır, domuz ve tavuk etinin payı her yıl hafifçe artmaktadır. 2011 yılı dünya toplam et üretiminin % 27’sini (81 milyon ton) Çin gerçekleştirmiştir. Yerkürede üretilen toplam 110 milyon ton domuz etinin % 47’si, 102 milyon ton kanatlı etinin % 17’si, 63 milyon ton sığır etinin % 10’u, 13 milyon ton koyun-keçi etinin % 29’u Çin’de üretilmiştir. Çin dünya yumurta üretiminin % 40’nı, süt üretiminin ise % 6’sını gerçekleştirmektedir.  Ülke domuz eti ve yumurta üretiminde dünya birincisidir, kanatlı eti üretiminde ABD’nin ardından 2.  sıradadır,  diğerlerinde de ilk 3-4 içindedir.

 

Türkiye, tavuk eti üretiminde Çin ve Hindistan’dan sonra dünyada en büyük üretim artışını gerçekleştiren üçüncü ülkedir. 2012’de 1.8 milyon ton’luk üretimimiz ile Avrupa ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyoruz ve insanımızın et ihtiyacının 2/3’sini tavuk (piliç) eti ile karşılıyoruz. Türkiye yıllık 810.000 ton yumurta üretimi ile dünya sıralamasında 11., Avrupa’da ise çok ufak farkla 3. sıradadır ve 2. büyük yumurta ihracatçısıdır. Dünya süt üretimi son yıllarda artış göstermezken ülkemizde son iki yıldır yüksek büyüme oranları (%15) yakalanmıştır, yıllık üretimimiz 17 milyon tonu geçmiştir.

 

Büyüme ve şehirleşmedeki artışa paralel şekilde, Çin’deki hayvansal üretimin en az 20 yıl yüksek hızla artmaya devam etmesi beklenmektedir. Türkiye’de de, kalkınmaya paralel olarak hayvancılık sektörünün gelişeceği öngörülebilir. Genel olarak, gelişmekte olan ülkelerde kişi başı hayvansal gıda tüketimi ortalamaları kalkınmış ülkelerinkine yaklaşana dek sektördeki gelişme eğilimin sürmesi beklenir.

 

Ticari Hayvancılıkta Son Gelişmeler

 

Özellikle II. Dünya savaşı sonrasında Batı ülkelerinde artan gıda talebini karşılamak üzere, küçük ölçekli geçimlik tarım işletmeleri ticarileşmiş ve entansifleşmiştir. Tarım eğitimi ve ar-ge yapan batılı akademik kurumların da katkısıyla, pek çok bitkisel ve hayvansal üretim modeli teknoloji-yoğun birer endüstriye dönüşmüştür. Tavukçuluk, sığırcılık ve domuzculuk ileri düzeyde endüstrileşmiştir. Modern sığırcılık işletmeleri en az 5-10 bin başlık sürülerden oluşmaktadır, ABD’de birkaç yüz bin başlık sürüler olağandır. Endüstrileşmenin en üst noktaya ulaştığı tavukçulukta kümesler 50-100 tavuk kapasitelidir. Bu büyük ve teknoloji yoğun işletmeler, ucuza üretimi mümkün kılmaktadır.

 

Çin, Türkiye vb kalkınmakta olan ülkeler, artan gıda talebini karşılamak üzere endüstriyel hayvancılık teknolojilerini ve beraberinde pek çok kritik girdiyi batıdan ithal etmek zorundadır. En fazla uluslararası ticarete konu olanlar tavukçuluk ve sığırcılıktır. Ülkemizde sığırcılık işletmeleri genellikle küçük ölçeklidir, 5-10 bin baş kapasiteli işletmeler de görülmeye başlamıştır. Tavukçuluk sektörümüz ise rekabet nedeniyle tamamen devasa büyüklükte etçi ve yumurtacı işletmelerden oluşan bir yapıya dönüşmüştür, üretim modelimiz batı ile birebir aynıdır, hatta tesisler daha yenidir. Her katında 50-80 bin piliç bulunan 2-3 katlı kümesler, günde 200 bin piliç kapasiteli kesimhaneler, 80-100 bin tavuk kapasiteli 3-8 kümese sahip yumurta üreticileri, hatta 2 milyonun üzerinde tavuğa sahip şirketler sektörün unsurlarıdır.

 

Entansif hayvancılıkta en önemli girdi yüksek verimli damızlıklardır. Karışık köy sürüleri içinden dış görünüş ve verim bakımından birbirine benzeyenleri seçerek saf hayvan ırkları oluşturmak ve bunların verim düzeyini yükseltmek Avrupa ve Amerikan kültürünün önemli bir öğesidir. Bu ülkelerde elde edilmiş çok yüksek verimli damızlık hayvanların ithalatı, kalkınmakta olan ülkeleri hem dışa bağımlı kılmaktadır hem de yerli ırkların ekonomik önemini kaybetmesi ve ardından neslini sürdürememesi nedeniyle genetik çeşitliliğin yitirilmesine yol açmaktadır.

 

Gelişmekte olan ülkeler, yüksek verimli damızlık sığır, koyun ve domuzları bir süre zarfınca ithal edip bunları hem melezlemelerde kullanmakta hem de kendi içinde saf olarak yetiştirmektedir. İyi bir planlama ile bir süre sonra ithalata gerek kalmadan kendi damızlık hayvanlarını üretmeleri beklenir. Ancak ticari et ve yumurta tavukçuluğunda kullanılan hayvanlar “hibrit” denilen kullanma materyali niteliğindedir, bunlar damızlık olarak kullanılamazlar ve ebeveynlerinin sürekli olarak ithali zorunludur. Her hangi bir nedenle bu girdi ithalatının durması dev endüstrinin çökmesi demektir. Bu alandaki tekelleşme had safhadadır, global talebin 2/3’si ABD ve İngiltere kökenli 2 firma tarafından karşılanmaktadır. Civciv masrafının toplam maliyetteki payı düşüktür, ancak üretimdeki en kritik girdi bu yüksek verimli ve bir örnek hibrit civcivlerdir. Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında ülkemize uygulanan ambargo nedeniyle, emekleme aşamasındaki sektörün durma noktasına geldiği unutulmamalıdır.

 

Hayvan ıslahının en önemli enstrümanı seleksiyon, yani yüksek verimli hayvanların damızlık olarak seçilmesidir. 1800’lü yıllardan beri hayvanların fenotipine (vücut ağırlığı, süt ya da yumurta verimi, vb) bakılarak yapılan seleksiyon çalışmaları (klasik ya da kantitatif ıslah), 1970 sonrasında moleküler genetik alanındaki yeniliklerden büyük ölçüde etkilenmiş ve radikal değişimler geçirmiştir/geçirmektedir. Özellikle son yıllarda DNA diziliminin ortaya konması son derece ucuzlamıştır, daha da ucuzlayacaktır.  Hayvanların fenotipik verilerinin yanı sıra DNA bilgilerinin de kullanılmasını kapsayan “genomik seleksiyon” yöntemi hayvan ıslahının etkinliğini katlayarak arttırmaktadır. Aslında bu yeni teknolojiler, yarışı geriden takip edenler için yeni fırsatlar sunmaktadır, ancak yenilikleri kullanamayanların daha da geriye itileceği ve farkın açılacağı açıktır.

 

Moleküler genetik alanındaki son gelişmeler neticesinde çok yakın zamanda “tavukçuluk endüstrisi ile damızlıkçı firmalar arasındaki ilişkinin kökten değişeceği” hususu bizzat bu firmaların araştırmacıları tarafından dile getirilmektedir. Kanımca yeni durum “ultra-mutlak bağımlılık” olacaktır. Ayrıca 10-15 yıl içinde genetiğine müdahale edilmiş tavukların üretileceği açıkça dile getirilmektedir, GDO’lu mısır ve soyadan sonra GDO’lu tavukları ve ardından da diğer çiftlik hayvanlarını görme olasılığımız % 100’e yakındır. Dolayısıyla teknolojideki yenilikler sonucunda hayvancılık sektörünün özellikle de tavukçuluğun değişik yönlere evirilmesi beklenmektedir. Son yıllarda akademik çevrelerin yoğun çaba harcadığı alanların başında bu konular gelmektedir.

 

Endüstriyel hayvancılığın yol açtığı olumsuzluklar ve bunların giderilmesi konuları da yine gündemin ana başlıklarıdır. Dev işletmelerin yol açtığı çevresel kirlenme ile ucuza üretim için hayvanların doğalarına uygun olmayan kapalı barınaklarda sıkışık şekilde yetiştirilmesi özellikle batı kamuoyunu çok rahatsız etmektedir. Hayvan refahını arttırıcı kimi önlemler AB’de hukuksal dayanak kazanmıştır ve tüketicinin bir kısmı hayvanın mutlu olması adına ürünlere daha yüksek fiyat ödemeyi kabul etmektedir. Hayvanların doğalarına uygun şekilde yaşamalarını sağlamak batıda ahlaki bir sorumluluk olarak görülmektedir ve bu konudaki bilimsel çalışmalar ile sivil girişimler artarak devam etmektedir.

 

Endüstriyel hayvancılığın istenmeyen sonuçlarından birisi de genetik zenginliğin kaybedilmesidir. Örneğin ülkemiz sığır varlığının büyük kısmı Siyah Alaca (Holstein) sığırlardan oluşmaktadır, bu yüksek verimli ırklarla rekabet edemeyen yerli ırklarımız önce ekonomik önemini kaybetmekte ardından da neslini sürdüremez hale gelmektedir. Bu durum pek çok hayvan türü ve pek çok gelişmekte olan ülke için geçerlidir. Gelecekte küresel ısınma gibi beklenen ve beklenmeyen diğer olumsuzluklar nedeniyle, yerkürenin büyük kısmında koşulların değişmesinden ve yüksek verimli ancak dayanıksız bu ırklar için uygunsuz hale gelmesinden korkulmaktadır. Dolayısıyla düşük verimli ancak bulundukları coğrafi koşullara adapte olmuş dayanıklı yerli hayvan genotiplerinin korunması geleceğimizin garantisi olarak kabul edilmektedir. Konu BM’nin öncülüğünde izlenmekte ve önlemler alınmaktadır.

DİĞER HABERLER
Kadın çobanın ekmek kavgası

 

Genetik çeşitliliğin en fazla kaybedildiği alan tavukçuluktur. Ticari tavukçulukta kullanılan hibritlerin, başlangıçta var olan genetik varyasyonun % 70’inden fazlasını kaybettiği kısa süre önce saptanmıştır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak dünyanın her köşesinde yerli genetik kaynakların kayıt altına alınması, korunması ve geliştirilmesi çalışmaları büyük önem taşımaktadır. Bu alandaki bilimsel projelere ve bunların sonuçlarına yönelik makalelere adeta pozitif ayrımcılık yapılmaktadır.

 

Kalkınmakta olan ülkeler ithalata bağımlı şekilde hayvancılık endüstrilerini geliştirmekte, başarılar elde etmektedirler. Ancak dünya gıda üretiminin % 70’ini halen küçük ölçekli tarım işletmeleri yapmaktadır. Örneğin Çin’de domuz eti üretiminin 2/3’sini küçük işletmeler karşılamaktadır. Son 10 yıldır, batılı araştırmacıların öncülüğündeki yenilikçi çalışmalar göstermiştir ki, bakım-yönetim konusunda etkin bir bilgilendirme ve pazara ulaşma imkânı sağlanması durumunda küçük işletmeler yerel biyo-kaynakları kullanarak sürdürülebilir gıda üretiminde önemli rol oynayabilir. Bu konuda en önemli husus devlet, iş dünyası ve bilimdeki liderlerin bu “düşük girdi/düşük çıktı” üretim sistemlerinin sorunlarına ne ölçüde ilgi gösterip, çözmek için çaba harcadığıdır. İnsanları beslemenin tek yolunun daha da fazla endüstrileşmeden geçtiğini düşünenler hep var olacaktır. Ancak küçük ölçekli tarım işletmelerine destek verilip verilmeyeceği konusu, aslında zenginlerin fakirlerle daha eşitlikçi bir paylaşıma gitmeye gönüllü olma durumu ile alakalı ve dolayısıyla da ahlaki boyutu da olan bir konu olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla pek çok akademisyen ve kamusal/sivil kuruluş bu küçük işletmelerin geliştirilmesi ve bu yolla hem sürdürülebilir gıda üretiminin gerçekleştirilmesi hem de gelir eşitsizliğinin hafifletilmesi konularında çalışmaktadır.

 

Özetlemek gerekirse hayvancılık sektörü bir taraftan daha fazla endüstrileşirken bir yandan da bunun yol açtığı sorunların çözümü için pek çok kişi ve kuruluş yoğun şekilde çaba harcamaktadır.

 

Dünya Hayvancılık Konferansı (WCAP2013)

atk

Toplantıyı düzenleyen Pekin’deki Çin Tarım Üniversitesi (CAU, www.cau.edu.cn) araştırmacılarının sunduğu açılış bildirisi, ülke hayvancılığındaki gelişmeleri özetledikten sonra şu cümle ile son buluyordu: “Biz Çin devleti, hayvancılık şirketleri, küçük üreticiler ve tüketiciler olarak, ülkemizde hayvan yetiştiriciliğinde sürdürülebilir bir gelişmeyi yakalamak için konsensüs yaptık, hedefimiz hayvansal üretim ve damızlık hayvan ıslahında en ileri teknolojileri uygulamak ve innovasyon yapmaktır”. Bildiride sektörün başlıca sorunları ise şöyle sıralanıyordu; kaynak kıtlığı, damızlık hayvanları sağlamada uluslar arası pazara giderek daha fazla bağımlı olma, gıda güvenliği krizleri, hayvan hastalıkları ve etkin bir atık ve geri dönüşüm sisteminin kurulamamış olması. Sadece bu paragraf bile, Çin’de konuya ne denli ciddi yaklaşıldığı açıkça ortaya koyuyordu.

 

Bilimsel toplantıların açılış oturumu büyük önem taşır ve o alandaki son eğilimleri ortaya koyar. WCAP2013’deki ikinci sunum ise tanınmış Avustralyalı bir bilim insanına aitti ve “Dünyayı beslemek: Küçük ve büyük ölçekli entansif hayvancılık işletmeleri arasında uyum” başlığını taşıyordu. Endüstriyel tarımdaki tüm gelişmelere rağmen halen dünyada 1 milyar insanın açlık ve yetersiz beslenmeden muzdarip olduğu, dünya nüfusunun 10 milyara ulaştığı 2050 yılında bu kitlenin büyüklüğünün 3 milyara varacağı ve aslında bunun bir “kriz durumu” olduğu vurgusu ile başladı söz konusu bildiri. Sunum, sürdürebilir gıda üretimi için endüstri ile küçük işletmelerin uyum içinde yaşayabileceği tezini işliyordu. Açılış oturumunun son bildirisi ise hayvan refahı konusundaydı ve tüketici taleplerinin global ekonomiyi nasıl etkilediğini, üretimi nasıl değiştirdiğini ortaya koyuyordu. Konu henüz Çin ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde pek  güncel olmasa da batı kamuoyu için çok önceliklidir.

 

Toplantıda ticari hayvancılıkta bakım-yönetim, hayvan refahı ve çevre konusunda onlarca değerli bildiri sunuldu. Ancak başroldeki bildiriler hayvan ıslahında genomik seleksiyon uygulamaları ile yerel genetik kaynakların korunması konusundaydı. Batıdaki ünlü merkezlerde doktora eğitimi almış çoğu oldukça genç Çinli akademisyenler ve onlarla birlikte çalışan sınırlı sayıda batılı uzman, Çin’deki sığır, domuz ve koyun populasyonlarının ıslahına genomik selesiyonun monte edilmesi konusundaki ülkesel projelerin ilk sonuçlarını bizlerle paylaştılar. Toplantı, nitelikli dergileri işgal etmiş olan Çinli meslektaşlarımızın, bunu daha uzun süre devam ettireceğini ortaya koyuyordu. Bu yeni nesil teknolojide Çinli akademisyenlerin artık başrolü paylaştığını söylemek mümkündür. Çin’in en ücra köşesindeki koyun-keçilerin ıslahında dahi en son tekniklerin kullanılmaya başladığı açıktır. Bilimsel dergilerdeki etkinliklerine paralel şekilde, İranlı akademisyenler de toplantıda moleküler genetiğin hayvan ıslahında uygulanması konusunda çok sayıda bildiri sundular. Yerli tavuk ırklarının korunması-ıslahı ve bu çalışmalara genomik seleksiyonun eklenmesi konusundaki önemli uluslar arası projelerde de Çin ön sıralardadır, ancak İran’ın çabaları da dikkate değerdir.

 

Peki, Çin’in bu alandaki başarısının altında yatan temel nedenler nelerdir? Kanımca toplantıyı düzenleyen Çin Tarım Üniversitesi başta olmak üzere, ülkedeki birkaç büyük akademik kurumun bu başarıda önemli rolü vardır. 1905 yılında kurulan ülkenin lider tarım üniversitesi, tarım ve yaşam bilimi alanında toplam 1555 akademik personelin (526 profesör, 755 doçent) çalıştığı 14 farklı fakülteye sahiptir. “Hayvancılık Bilimi ve Teknolojisi Fakültesi”  122 akademisyeni, 2 adet ülkesel anahtar laboratuarını, 5 adet tarım bakanlığına bağlı araştırma merkezini ve bir ülkesel uygulama istasyonunu içermektedir.  “Bitkisel Üretim ve Biyoteknoloji Fakültesi”nin akademik personel sayısı 225, ülkesel anahtar laboratuar sayısı 3,’tür. Bunların dışında üniversite, veterinerlikten gıdaya, peyzajdan tarım ekonomisine daha pek çok güçlü fakülteyi barındırmaktadır.

 

Kendi çapımda Çin’in başarı kodlarını araştırırken, ülkenin yasama ve yönetiminden sorumlu Çin Milli Kongresi’nin, Şubat-1978’de kabul ettiği “Dört Modernizasyon Programı”nın kritik önemde olduğunu fark ettim. 1985 yılına kadar tarım, endüstri, bilim-teknoloji ve savunma alanlarında çağdaş koşullara kavuşulmasını hedefleyen bu program kapsamında önce Japonya ile ardından da ABD ile işbirliği yapılmıştır.  Günümüzde Çin’in Ar-Ge’ye ayırdığı dev bütçe 164 milyar $ olmuştur (GSYİH’nin % 1.98’i, Türkiye’de % 1’in altındadır). ABD’ye en fazla öğrenci gönderen ülkenin açık ara Çin olması da anlamlıdır, Hindistan ve Güney Kore onu izlemektedir (sırasıyla yılda 236, 97 ve 71 bin öğrenci). Türkiye de 11 bin öğrenci ile 10.sıradadır.

 

Hayvancılıkta önemli gelişmelerin yaşandığı Türkiye’yi temsilen 5 akademisyen WCAP213’e katıldık. Bildirilerimiz genel olarak hayvan yetiştiriciliği alanında çok iddialı olmayan çalışmalardı. Başka bir ifadeyle, hayvan ıslahındaki son yeniliklerin konuşulduğu-paylaşıldığı ve geleceğe şekil verecek yeni işbirliklerinin temelinin atıldığı bu önemli toplantıda “Türkiye’nin adı yoktu” demesek  bile çok silikti.

 

Türkiye’deki Durum ve Öneriler

 

Hayvan ıslahında ilk ve temel aşama olan fenotipik seleksiyon ve melezleme çalışmaları tarım bakanlığımıza bağlı çeşitli çiftliklerde yapılmıştır. Yerli ırkların ıslahı uzun zaman gerektirdiğinden genellikle yüksek verimli kültür ırkları ithal edilmiş, çevirme melezlemesi yoluyla ülke koşullarına adapte edilerek üreticilere damızlık dağıtımı yapılmıştır. Özellikle koyun yetiştiriciliğinde başarılı melezlemeler yapılmış ve üretici tarafından talep edilen ürünler elde edilmiştir. 1980 sonrasında bu çalışmalar yavaş yavaş sonlandırılmıştır. Sığır ve koyun-keçi yetiştirici birliklerinin güçlenmeye başlamasıyla konu yeni bir boyut kazanmaya başlamıştır. Türkiye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Merkez Birliği tarafından yürütülmekte olan soy kütüğü ve döl kontrolü projeleri sevindiricidir ancak Türkiye halen damızlık konusunda kendine yeterli hale gelememiştir ve ithalat devam etmektedir. Halk elinde koyun-keçi ıslahı projeleri de sevindiricidir ancak henüz ülkemizin rekabet gücünü arttırıcı düzeyde değildir.

 

Kanatlı hayvan ıslahı çalışmalarına 1950’

 

lerde tarım bakanlığımız tarafından başlanmıştır. Başarılı sonuçlar alınamaması gerekçe gösterilerek, özel sektörün önerileri doğrultusunda etçi tavuk ıslahı ve damızlık hindi üretimine son verilmiştir, devam eden yumurtacı ebeveyn ıslahı çalışmalarının sonuçları ise tatmin edici değildir. Sonuç olarak ülkemizde çiftlik hayvanları ıslahı çalışmaları “yok” denecek kadar cılızdır. Büyük ve küçükbaş damızlık üreten özel işletmelerin görülmeye başlanması sevindiricidir ancak bunlar da henüz çok küçük ölçeklidir. Dolayısıyla bu yetersiz alt yapının üzerine genomik seleksiyon gibi yeni nesil teknolojileri başarıyla uygulamak ve bu yolla rekabet gücümüzü arttıracak sonuçlar almak mümkün değildir. Ülkemizde moleküler yöntemlerin uygulaması ile ilgili kimi dar kapsamlı çalışmalar yapılmaktadır ancak başarılı klasik ıslah faaliyetleri olmadığından bu çalışmaların çoğu havada kalmaya mecburdur.

 

Uluslar arası sözleşmelerin gereği olarak yerli ırkların bakanlık eliyle korunması konusunda bazı önlemler alınmıştır ancak yerli ırklarımızın ve ırk özelliği göstermeyen genotiplerin korunması- geliştirilmesi ve bunlardan ticari üretimde kullanılabilir seçeneklerin oluşturulması konusunda ülkemizde ne yazık ki “kıpırtı” dahi yoktur. Oysa Fransa’da rustik sürülerin ıslahı ile elde edilmiş pek çok ticari tavuk genotipi otlatmalı sistemlerde kullanılmaktadır, tüketici bunların ürünlerine yüksek fiyat öderken genetik çeşitliliğin korunmasına katkı yaptığından emindir.

DİĞER HABERLER
Ressam Veteriner Hekimler Resim Sergisi

 

İlgili yasaya göre ülkemizde yükseköğretim kurumlarının temel görevi, yüksek düzeyde bilimsel araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, ülkesel kalkınmaya destek olmak ve evrensel-çağdaş gelişmelerde katkıda bulunarak ülkemizi bilim dünyasının seçkin üyesi haline getirmektir. Bir yandan ar-ge çalışmaları yapmak, bir yandan da yeni teknolojileri bilen ve uygulayabilen öğrenciler yetiştirmek akademik birimlerin kanunla verilmiş görevidir. Hayvan yetiştiriciliği ve ıslahı konusundaki ar-ge ve eğitim görevinin yerine getirilmesinde dünyada yaygın uygulama, “Zootekni Bilimi”nin (Animal Science), bir tıp bilimi olan “Veterinerlik Bilimi’nden (Veterinary Science) ayrı olarak, ziraat fakülteleri bünyesinde faaliyet göstermesidir. Ülkemizde yaygın uygulamaya paralel olarak kurulmuş yaklaşık 30 kadar ziraat fakültesi bünyesinde yer alan zootekni bölümü bulunmaktadır. Ayrıca veteriner fakültelerimizde de zootekni bölümleri yer almaktadır. Sonuçta ülkemiz ziraat ve veteriner fakültelerinde yer alan yaklaşık 60 adet zootekni bölümünde akademik faaliyetler yürütülmektedir. Bu bölümlerde hem hayvan yetiştiriciliği hem de kantitatif ve moleküler genetik yöntemlerle hayvan ıslahı konularında çalışmalar yapılmaktadır.

 

Ayrıca ziraat fakültelerinde son yıllarda çok sayıda “tarımsal biyoteknoloji” bölümü açılmıştır. Amacı moleküler biyoteknolojiyi hayvan ve bitki ıslahına monte etmek üzere ar-ge ve eğitim yapmak olan bu bölümlerin bir kısmı, klasik ıslahın da kendi çalışma alanlarına girdiği görüşündedir. Sonuçta ziraat fakültelerinde çiftlik hayvanlarının klasik ve moleküler ıslahı konusunda faaliyet gösteren paralel yapılanmalar vardır. Bitkisel üretimde ise çok daha fazla sayıda paralel yapı bulunmaktadır; tarla, bahçe ve bitki koruma bölümleri de klasik ve moleküler ıslah yöntemleri üzerinde çalışılırken, benzer faaliyetler tarımsal biyoteknoloji bölümlerinde de yapılmaktadır. Son yıllarda mühendislik fakültelerinin “biyosistem mühendisliği”  bölümleri de listeye eklenmiştir. Fen fakültelerinin biyoloji ve moleküler biyoloji bölümlerini de hesaba katarsak, çok fazla sayıda akademik birimin bu alanda faaliyette olduğunu söyleyebiliriz. Ve ne yazık ki bu akademik birimler çoğunlukla ihtiyaçtan değil farklı gerekçelerle açılmaktadır, yapılanmaları da çok sağlıklı değilidir ve aralarındaki sınırlar netleşmemiştir, ayrıca iş birliği geleneği çok zayıftır. Sonuçta, aynı üniversite hatta fakülte içinde bir kaç tane birbirinin aynı moleküler genetik laboratuarı bulunması sıkça rastlanan bir durumdur.

 

Son 10 yılda Türkiye’de yaklaşık 100 adet yeni üniversite açılmış ve üniversitelerindeki akademik personel sayısı % 75 oranında artmıştır. Yukarıda sıralanan karmaşa ve paralel yapılar aslında ülkedeki yüksek öğretim alanını şuursuzca büyütme içgüdüsünün bir sonucudur. Ancak bu büyüme eleştirilirken, büyük ölçüde verimlilik ve liyakat dışı kriterlere göre çalışan ve yönetilen bölümlerdeki akademisyenlerin, çoğunlukla akademik kadronun genişlemesi konusunda oldukça tutucu oldukları unutulmamalıdır. 1985’den beri tanıklık ettiğim süreçte genellikle akademisyenler ve yöneticiler için öncelik bilimsellik ve verimlilik olmamıştır, dolayısıyla kadrolaşma da ağırlıklı olarak liyakat dışı faktörlere göre yapılmaktadır. Bu eskiden beri süregelen bir uygulamadır ancak son yıllarda belirgin şekilde arttığı inkâr edilemez.

 

Sistemin verimlilik odaklı olmaması, ülkenin gelecek on yıllarını olumsuz yönde etkileyecek sonuçlara yol açmaktadır/açacaktır. Bilgiye ulaşmada ve değerlendirmede yaşanan bunca gelişmeye karşın doçentlik dosyaları iyileşmemekte hatta bazıları ürkütmektedir.  Beş ya da 10 tane kanatlı ile yapılan son derece dar kapsamlı çalışmalar, nasıl örneklendiği belli olmayan bir kitle ile yapılmış yetersiz anket çalışmaları, tamamen laboratuarda hayvanla temas etmeden yapılmış faaliyetler artık yadırganmaz hale gelmiştir. Çalışmaların çoğu ekonomik öneme sahip olmayan model hayvan bıldırcınlarda hatta onların yumurtasında yapılmaktadır. Ancak bu sonuçların asıl sorumlusu, sistemde kendine yer edinmeye çalışan genç akademisyenlerden çok bu bölümlerde yıllardır görev yapıp bu gidişatı dert etmeyen, bilimsel liyakat dışı kadrolaşmayı gerçekleştiren ya da seyreden akademisyenler ve özellikle de yöneticilerimizdir.

 

Zootekni bölümlerinin sayısının hızla artması alt yapı olanaklarını daha da kötüleştirmiştir. Tüm akademik birimlere kaynak sağlayan kamu, hangi birine destek verecektir? Verilen destekler hangi bütçe ile korunacaktır? Pek çok lisans öğrencisi eli hayvana değmeden mezun olmakta, hayvanla haşır-neşir olunmadan lisans üstü derece bile alınabilmektedir.  Yeni kurulan bölümlerin büyük çoğunluğu 3-5 öğretim üyesinden oluşmaktadır ve deneme-uygulama çiftlikleri yoktur, var olan çiftliklerdeki de sıkıntılar çok büyüktür. Ziraat fakültelerimizde her 10 öğretim üyesine ar-ge’de çalışan 1 işçi/teknisyen bile düşmemektedir. Dolayısıyla ar-ge yapmanın ilk koşulu biz akademisyenlerin hayvan bakıcısı, laborant ve hatta kasap, temizlik işçisi olmasıdır; arta kalan vakitte de bilim yapılacaktır. İşin en ironik yanı şudur; bunları yapmak var olan sistemde araştırmacılara üstünlük sağlamak bir yana, genellikle onları istenmeyen insan durumuna getirebilmektedir. Çünkü çıta yükseltilerek olanaksızlıklar içinde de bir şeyler yapılabildiği ortaya konmaktadır ve kıt kaynaklara sahip ve genellikle kadrolaşma odaklı çalışan yöneticilerden çeşitli taleplerde bulunulmaktadır. Bütün bu olanaksızlıklara rağmen, topluma bir şeyler yaptığını göstermek isteyen çoğu akademisyen ve yönetici de son yıllarda popülist başarıları giderek daha fazla ön plana çıkarmaktadır. Basında en fazla yer almak, en fazla proje sunmak gibi aslında bilimsel anlam taşımayan yeni kalite ölçütleri geliştirilmektedir.

 

İlgili akademik birimlerin alt yapı konusundaki yetersizliğinin en önemli kanıtı, deney ve eğitim amacıyla hayvan kullanacak olan tüm birimlerin tarım bakanlığından kuruluş ve çalışma izni alması zorunlu olduğu halde, bu prosedürü tamamlayan bölümlerin sayısının çok çok az olmasıdır. Bakanlığın sayfasında yer alan bilgilere göre sadece 3 ziraat (Selçuk, Kahramanmaraş Sütçü İmam ve Ahi Evran)  ile 2 veteriner  (Mehmet Akif Ersoy ve Ankara) fakültemizin deney hayvanları biriminin kuruluş ve çalışma izinleri vardır. Dolayısıyla sayıları 60’ı bulan ziraat ve veteriner zootekni bölümleri ile su ürünleri fakültelerinin tamamına yakınında, var olan deneme-uygulama birimleri hukuken kaçak gecekondu statüsündedir.

 

Son 20-30 yıldır bu sorunlarla boğuşan ilgili akademik birimlerde özellikle hayvan ıslahı konusunda çalışan akademisyen sayısı çok azalmıştır. Çünkü bu konuda çalışmak çok zaman alıcıdır ve diğer alanlara göre daha yüksek kişisel yetenek gerektirir. Başka bir ifade ile hayvan ıslahı konusunda çalışmak, yüksek öğretim sistemimizde uzun süredir devam eden kısa yoldan akademik atama ve yükseltme elde etme alışkanlığına hiç de uygun bir seçenek değildir. Islahın yanı sıra sığır yetiştiriciliği konusunda da akademik çalışma yapmak giderek zorlaştığı için akademisyen yetişmesi sekteye uğramıştır.

 

Yukarıda açıkladıklarımızı özetleyecek olursak; bakanlık giderek hayvan ıslahından çekilmektedir ve akademik birimlerin alt yapıları değil hayvan ıslahı, bakım-yönetim konusundaki kapsamlı bilimsel çalışmaları yapabilme bakımından bile son derece yetersizdir, hatta hukuken çalışamaz durumdadır. O halde ülkenin bu konudaki eksiklikleri nasıl giderilecektir? “Hayvan ıslah etmemize hiç gerek yok, veririz parasını ithal ederiz” diyenlere söyleyecek sözümüz yoktur. “Bir şeyler yapılmalıdır” diyenlere söyleyeceklerimizin olması ise mesleki sorumluluğumuzun gereğidir.

 

Bakanlığın “Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü”ne bağlı 20 adet enstitü ile 26 adet istasyonu bulunmaktadır. Bunlardan bazıları hayvan yetiştiriciliği ve ıslahı konusundaki faaliyetlerini geçmişe oranla oldukça sınırlı düzeyde de olsa halen sürdürmektedir. Burada yürütülen projelerde ağırlıklı olarak bir kısmı doktoralı kurum araştırmacıları çalışmaktadır, ayrıca nadiren akademisyenlerle ortak çalışılmaktadır. Güçlü bir bakanlık-akademisyen işbirliği ne yazık ki yoktur. Geçmişte bakanlığa ait çiftliklerde iyi niyetle başlanan ancak akademisyenlerin atama-yükseltme çalışması olmaktan öteye gitmeyen pek çok proje gerçekleştirilmiştir, ancak bu başarısız sonuçlardan sadece akademisyenlerin sorumlu tutulması hatalı olacaktır. Yetkili kuruluş olarak bakanlık kısa sürede çözüm üretmek zorundadır, akademisyenler ise belirli bir zaman diliminde bilimsel üretim yapmak dışında sorumluluk taşımamaktadır. Kanımca bu iki tarafın da yararına olacak işbirliği planları geliştirmek ve hayata geçirmek artık bir zorunluluktur. Büyük alt yapı gerektiren hayvan yetiştiriciliği ve ıslahı çalışmalarını fakülte olanakları ile yapmak ne kadar olanaksız ise, çoğu doktora sonrasında akademik ortamdan uzaklaşan bakanlık araştırmacılarının bilimsel gelişmelerin baş döndürücü hızla geliştiği günümüz dünyasında yenilikleri takip etmesini beklemek da zordur. Çok başarılı bakanlık araştırmacısı meslektaşlarımız vardır ancak tüm bakanlık araştırmacılarının çok yüksek düzeyde akademik başarı sergilediğini iddia etmek mümkün değildir. Yukarıda da belirttiğim üzere, akademik birimlerde de başarının gerilediği bir ortamda bileşik kaplar yasası gereği yansımalar kaçınılmazdır.

DİĞER HABERLER
Türk Kanatlı Tanıtım Grubu "Suudi Agrofood Expo" Fuarı'nda

 

Kendi çalışma alanım olan kanatlı hayvan ıslahı konusundaki bakanlık çalışmaları üzerinde daha ayrıntılı şekilde durmak isterim. Kanatlı hayvan ıslahı çalışmalarına 1950’lerde tarım bakanlığımız tarafından başlanmıştır. Başarılı sonuçlar alınmaması gerekçe gösterilerek ve özel sektörün önerileri doğrultusunda etçi tavuk ıslahı ve hindi damızlık üretimi faaliyetlerine son verilmiştir, devam eden yumurtacı ebeveyn ıslahı çalışmalarının sonuçları ise istenilen düzeyde değildir. Ankara Tavukçuluk Araştırma İstasyonunda uzun süredir devam eden yumurtacı hibrit ebeveyni elde etme çalışmalarında geliştirilmiş ticari hibritler piyasada % 1’lik paya dahi ulaşamamıştır. Hibrit civciv satışı sadece yılın belirli bir mevsiminde yapılmakta ve kalkınmakta olan ülkelere az miktarda ihracat gerçekleştirilmektedir. Rekabetçi koşullar nedeni ile bu genotiplerin ticari üretimde kullanılması yakın gelecekte olası değildir. Ancak her ülkenin beklenmeyen gelişmeler için mutlaka bir “B planı” olması gerektiğinden bu çalışmalar devam etmelidir. Daha düşük verimli yerli hibritler özellikle organik vb alternatif sistemlerde kullanılmak üzere ıslah edilmelidir. Ve mutlaka çalışmalar alternatif sistemlerin geliştirilmesi çabaları ile birlikte yürütülmelidir.

 

Bakanlıkça yürütülen ve kimi akademisyenlerin de katıldığı tavuk ıslahı çalışmalarına ait sonuçların nitelikli bilimsel dergilerde yayınlanmış makalelere dönüşememiş olması da üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Bilim insanları yayın yapmak için araştırma yapmamalıdır, bu kaynak israfı demektir. Ancak ülkesel sorun ve eksikliklere çare üretmek ya da evrensel bilime katkı yapmak üzere yapılan bilimsel araştırma sonuçlarının nitelikli makalelere dönüşmesi gerektiği de yadsınamaz. Proje çıktılarından böyle yayınlar yapıl(a)mıyor olması, çalışmalarda yeni ve genel-geçer yöntemlerin başarıyla uygulan(a)madığı anlamına gelmektedir.  Bu durum proje çalışanlarının ve danışmanlarının ve aradaki işbirliğinin verimliliğini ve yeterliliğini sorgulamayı da gerektirmektedir. Kamu kaynaklarının kullanıldığı bu büyük bütçeli çalışmaların “dostlar alışverişte görsün” mantığı ile yapılması mümkün değildir. Bu çalışmalarda kullanılan saf hatlar bir çeşit gen kaynağıdır ancak hibrit eldesinde kullanılan saf ırklardan elde edildikleri için dünya genetik mirasını korumak bakımından da çok büyük değer taşımamakta, beklenmeyen senaryolar için ülkemize bir güvence teşkil etmektedir.

 

Bakanlığın ve ilgili biriminin önünde 2 seçenek vardır, birincisi ve olması gereken bu hatları ekonomik değer taşıyan bir ürün elde etmede kullanmak üzere yeni bir vizyon ve ekiple çalışmalara yeniden hız vermek ve sonuçları belirli aralıklarla paylaşarak şeffaf bir şekilde izlenmesini/denetlenmesini sağlamaktır. İkinci seçenek de bunu başaramadığımızı kabul edip saf hatları gen kaynağı olarak küçük sürüler halinde birkaç merkezde koruma altına almaktır. Şu anki durum ne yazık ki iki seçeneğin arasında çok masraflı ve başarısız bir uygulamanın başı-sonu pek belli olmayan sonucudur. Bu çalışmalarda kullanılan saf hatlar batılı meslektaşlarımız tarafından verilmiştir, dolayısıyla çalışmadan sonuç alınamaması ülkemizin prestijini sarsmaktadır.

 

Yine bakanlık bünyesinde organik vb alternatif üretim modellerine uygun etçi hibrit ebeveyni geliştirme çalışmalarına başlanacağına dair haberler yakın geçmişte camiayla paylaşılmıştır. Bilimsel Tavukçuluk Derneği’nin, kimi özel sektör temsilcilerinin ve sınırlı sayıda akademisyenin katıldığı bir toplantıda bu yönde karar alındığı ve bakanlığın girişimlere başladığı öğrenilmiştir. Başlangıçta daha yavaş gelişen ve organik vb sistemler için uygun materyal elde edilmesi daha ulaşılabilir bir hedef olduğu için doğru bir tercihtir. Et ihtiyacının % 65’ini standart tavuk eti ile karşılayan insanımız çeşitlilik arayışındadır. AB ve ABD standartlarında üretim yapan tavukçuluk sektörümüzü yaralamadan alternatif sistemlerle çeşitlilik sağlaması zorunludur. Et ve yumurta tüketimimizin sadece % 10’un organik vb otlatmalı sistemlerde gerçekleştirilmesi binlerce aileye yeni iş imkânı sağlanması demektir.

 

Et verimi ile ilgili özelliklerin kalıtım dereceleri daha yüksektir ve verim özellikleri daha erken yaşta saptanabilir, dolayısıyla etçi hibrit ebeveyni ıslahı çalışmaları daha kısa sürede gerçekleştirilebilir, dolayısıyla sahaya aktarılabilir sonuç elde edilmesi olasılığı daha yüksektir. Ancak unutulmaması gereken önemli husus, hayvan ıslahı biliminde yasalarının ve temel uygulamaların çok net olduğu, kestirme çözümlerle başarıya ulaşılamayacağıdır. Çalışmalar mutlaka bilimselliği kanıtlanmış yöntemlerle ve yetkin akademisyenlerin işbirliğinde gerçekleştirilmelidir. Yapılan çalışma sonuçları mutlaka nitelikli dergilerde makale olarak yer almalı ve ülkemizi başarıyla temsil etmelidir.

 

Çiftlik hayvanlarının ıslahında uygulanan yöntemler aynıdır, sadece hayvan türüne özgü bazı uygulama farklılıkları söz konusudur. Dolayısıyla bir hayvan türünün ıslahında deneyim-birikim sahibi olan bir araştırmacı diğer hayvan türlerinin ıslahında da gerekli işbirliklerini yaparak başarılı sonuçlar alabilir. Tavuk ıslahı belirli ölçüde alt yapı ve yatırım gerektirir ancak büyük ve küçükbaş hayvan ıslahı çok daha büyük ve pahalı alt yapı gerektirir. Bu nedenle hayvan ıslahçılarının yetiştirilmesinde tavuk ıslahı çalışmaları model teşkil edebilir, tavuk ıslahçısı yetiştirme faaliyetleri diğer alandaki ıslah faaliyetlerine de katkı sağlayabilir. Hayvan ıslahına genomik seleksiyonun monte edilmesi konusundaki başlangıç çalışmalarını da tavuk ıslahında gerçekleştirmek daha uygulanabilirdir. Bir başka ifade ile ülkemiz için “etçi tavuk genotipi ıslahı” sadece bu alandaki eksikleri gidermek için önemli bir girişim değildir, aynı zamanda çiftlik hayvanları ıslahı konusunda kaçırılan trenin yakalanması için önemli bir başlangıç olma potansiyeline sahiptir.

 

Hayvan ıslahı, bu alandaki lider ülkelerde özel sektör tarafından yapılmıştır/yapılmaktadır. Sadece eski sosyalist devletlerde kamu kurumları hayvan ıslah etmiştir ve rejim değişiklikleri sonrasında bu faaliyetlerin çoğu durmuştur. Dolayısıyla bu konudaki çalışmalarda asıl hedef, hayvan ıslahında uzman akademik ve teknik personelin yetiştirilmesi olmalı ve özel sektör bu alana girene dek yoğun çaba harcanmalıdır. Bu amaçla mutlaka en geniş katılımlı platformlarda ülkesel strateji oluşturulmalı, hedeflere ulaşmak üzere gerekli araçlar belirlenmeli ve bakanlık, akademik kurumlar ile özel sektör ve üretici birlikleri arasında en üst düzeyde etkin işbirliği mekanizmaları oluşturulmalıdır.  Ayrıca hepimizin velinimeti olan tüketiciye yani vatandaşa şeffaf bir şekilde hesap verme mekanizmaları işletilmelidir. Aksi takdirde Türkiye hayvancılığı konjonktür elverdiği sürece ve elverdiği ölçüde büyüyen bir sektör olacaktır.

 

Yüksek verimli genotipler hayvansal üretimin olmazsa olmazıdır, ancak genotip-çevre interaksiyonları bu bilim dalının en fazla uğraştığı alandır. En yüksek verimli hayvanlar bile kötü bakım-besleme koşullarında bir hiçtir. Büyük ya da küçük ölçekli işletmelere tarımsal üretimle ilgili bilgilerin ulaştırılmasında Türkiye ne yazık ki sınıfta kalmıştır, tarımsal yayıma mutlaka akademik birimler dâhil edilmeli ve bunun hukuki alt yapısı oluşturulmalıdır. Bu uygulamalar hem üreticinin en yeni ve kendisine uygun bilgiye ulaşmasını kolaylaştıracak hem de akademisyenlerin sahaya yakın şekilde yetişmesi/çalışması ile sonuçlanacaktır. Tarım bakanlığımızın isminden “köy işleri”ni çıkarıp yerine “kırsal kalkınma” kavramına ilişkin herhangi bir ibare koymaması nasıl ki kırsal kalkınmaya ihtiyacımız olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyorsa, bakanlığın ismine “hayvancılık” kelimesinin eklenmesi de tek başına başarı için yeterli değildir. Bakanlığın karar alma gücünü ileri teknoloji ile taçlandırması zorunludur ve bunun için akademik birimlerle işbirliği kaçınılmazdır.

 

Çin kendisine özgü demokrasisinin sağladığı avantajlar ve dünya nüfusunun % 20’sine sahip olmanın sorumluluğuyla her alanda adeta arkasına bakmadan koşmakta, üretimde ve ar-ge’de baş döndürücü ilerlemeler gerçekleştirmektedir. Milli eğitim bakanlığına bağlı devasa üniversitelere verilen görevlerin acilen yerine getirildiği anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere füze savunma sistemlerimizi Çin’den almak istememiz başımızı bir hayli ağrıtmıştı. Ayrıca “sözde” diyerek mücadele ettiğimiz ve biz zayıf oldukça başımızı daha çok ağrıtacak bir konuda Fransız meclisinin çıkaracağı aleyhimizdeki bir yasa da Türkiye’ye damızlık sığır ihracatından önemli gelir elde eden Fransız çiftçi birliklerinin müdahalesi ile iptal ettirilmişti. Kıssadan hisse, tarım da en az savunma sanayi kadar önemlidir, teknoloji sadece cep telefonu ve uzun menzilli füzeler için gerekli değildir. Zaman zaman ciddi sancılar yaşasak da, ülkemiz demokratikleşme konusunda önemli mesafeler almıştır. Kazanılmış haklarda geriye gidilmeden kurumların görevini daha iyi şekilde  yerine getirmesi için gerekli önlemlerin ivedilikle ve katılımcı mekanizmalar sonucunda hayata geçirilmesi ve kurumlar arası işbirliğinin geliştirilmesi zorunludur. Son bir husus;  hayvancılık ar-ge’si konusunda üzerine düşeni yapmadığından son derece emin olduğum TÜBİTAK, umarım birleşik kaplar teorisine aykırı bir şekilde, savunma sanayimizle ilgili ar-ge konusunda üzerine düşeni yapıyordur.  Ülkemizin ar-ge’ye ayırdığı bütçenin arttırması tek başına işe yaramayacaktır, bununla birlikte çeşitli kurumları kapsayacak şekilde bir zihniyet değişikliğine ve pek alışık olmadığımız düzeyde ciddiyete, işbirliğine ve şeffaflığa, her şeyden çok da dürüstlüğe ihtiyacımız vardır.  Saygılarımla.

 

NOT: Kaynaklar istendiğinde paylaşılacaktır.


24 Ocak 2014. 18:32
0 0 Oylar
Okuyucu puanı:
Abone ol
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
Bütün yorumları gör
This site is protected by reCAPTCHA and the Google Privacy Policy and Terms of Service apply.
0
Düşünceleriniz bizim için önemlidir, lütfen yorum bırakınız.x